Z KUŞAĞI

Diaspora olarak yeni bir kültürel kırılma sürecindeyiz.
Birinci kırılma 1920’li yıllardaydı.
Kafkasya doğumlu atalarımızın son bakiyesi bu yıllarda terk-i hayat eylemiş ve hepimiz yetim kalmıştık.
Onlar, dillerimizi, kültürümüzü bu topraklara taşıyan nesildi.
Zorlu bir yaşam mücadelesi verdiler ve evlatlarını bu toprağa fideleyip gittiler.
Rabbim hepsine rahmet eylesin.

  ***
Onların çocukları 1900 yılı eksen olmak üzere bir müddet öncesi veya sonrası doğanlardı…
Bu nesil dışa kapalı yaşadı. Dil ve kültürlerini babalarının kurdukları köy ortamlarında tanıdı ve özümsediler. Maksimum 1965-70 doğumlulara kadar getirebileceğimiz iki jenerasyonu kapsayan bu zaman diliminde yaşayanların hemen hemen tamamı tarım toplumu çocuklarıydı.
***
1950’li yıllarda sanayileşme hız kazandı. Köylerden şehirlere bir akış başladı. Köy kökenli bu nesiller, kimisi fabrika işçisi, kimisi öğrenci (sonrasında devlet memuru) olarak bu yeni hayata geçiş yaptı ve şehirlerde gelişen sanayi toplumuna entegre oldular.
Ancak bu hareketlenme ağır bir bedel de getirdi: dil ve kültürümüzü emziren köylerimiz tedricen boşaldı.
Bu da ikinci kültürel kırılma dönemimiz oldu.
***
65 öncesi kuşağın, 1965-1990 yılları arasında hayata gözlerini açan çocukları çoğunluk itibariyle şehirlerde doğdu. Ancak, köyden çıkmış babalarının hala devam eden irtibatları üzerinden köyde kalan az sayıdaki akrabalarıyla “misafir” sıfatıyla da olsa bir şekilde ilişkilendiler.
Bu nesil, köylerini tadımlık da olsa tanıdı. Köyden şehre gelen ve köy kültürünün doğal taşıyıcısı olan babalarının nesilleriyle hemhal oldular. Onların yaşam tarzlarını tanıdı ve kendilerinden bir şeyler öğrendiler.
Ancak, kültürün doğal ortamı tarumar olduğu için bu nesil dil ve kültür mirasını önceki nesilden derişik değil, seyreltilmiş olarak alabildi. Yani kültür peteklerini tam dolduramadılar. Dolayısıyla, sonraki nesle dans ritüelleri, nostaljik Çerkes isimleri, boy, sülale adı gibi temel kimlik bilgileri dışında hiç bir şey aktaramadılar. Kısaca dil ve kültür anlamında ebter bir nesil oldu 65-90 arası jenerasyon.
Şimdi eser miktarda da olsa dil ve kültüre dair taşıdıkları son kırıntıları kendilerinden öncekilerle birlikte mezara taşıyorlar.
Bu da üçüncü kültürel kırılma dönemimizdir.
***
Yukarıda belirttik,
1990 sonrası kuşağın büyük dede ve dedeleri tarım toplumunun mensubu idi;
Babaları sanayi toplumunun.
Kendileri ise bilgi toplumuna veya diğer deyişle yeni dijital çağa doğdular.
Onlar, sanayi toplumundan dijital çağa adım atarken “yumuşak bir geçiş” değil, geçmişten tamamıyla bir “kopuş” yaşadılar.
Yani sanayi toplumu insanlarından hemen hemen hiç bir şey alamadılar.
Bu bir tercih değildi, çünkü seçme hakları olmadı.
Kendini dayatan yeni bir düzenin içine doğdular.
Sanayi dönemi insanları olan babaları toplumsal/kitlesel bir yaşam sürüyordu: Düğünler, cenazeler, ailece karşılıklı ev ziyaretleri, köylere gidip gelmeler, yatılı misafirlikler, her vesileyle toplaşmalar…  hatta grevler, gösteriler ve pek çok diğer toplumsal etkinlik…
Dijital çağ çocukları ise,
Zenginliği dumanlı yüksek bacaların değil, mikro çiplerin, 0 ve 1 arasında kurulan algoritmaların belirlediği,
Arkadaşlık, sohbet, eğitim, araştırma, eğlence, ticaret, … gibi bütün ihtiyaçların 20 inch ekran karşısına oturulduğunda karşılanabildiği bir dünyanın insanları oldular.
***
Onlar mecburen gittikleri okullar dışında insanlarla pek muhatap olmak istemiyorlar.
Ekranla aralarına kim girerse girsin “gölge yapıcı” olarak görüyor, bir an önce kurtulmak istiyorlar.
Çok bilgililer ama –çoğunlukla- asosyaller. 30 yaşını aşmış, üniversite bitirmiş, birkaç lisan öğrenmiş ama evden dışarı çıkamayan, insanlarla muhatap olamayan ekran bağımlılarını tanıyorum; babalarının ne kadar muzdarip olduklarını tahmin edebilirsiniz.
Kısa süren diyaloglar dışında onlarla klasik iletişim yollarıyla sohbet sürdürebilmeniz pek mümkün değil.
Popüler kültürün etkisindeler ve sadece eğlenmek, hep eğlenmek, daima eğlenmek istiyorlar.
***
Biliyorsunuz, bütün kurumlarımız genç insanların STK’larımıza artık ilgi göstermiyor olmalarından şikayetçi.
Arada çıkan “imalat hataları” dışında ilgilerini önceki nesillerin değer verdiği, dava bildiği hususlara yoğunlaştıran genç sayısı çok fazla değil.
***
Bu sorun aslında bütün dünya toplumlarının sorunu.
Ama bizim için bunlardan öte ciddi bir gelecek sorunu, varlığımızı devam ettirebilme sorunu.
Ayrılık vakti gelmeden önce değerlerimizi, en azından ruhumuzu onların hayatlarına transfer etmenin bir yolunu bulabilecek miyiz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder