Çoktan
beri zihnimi meşgul eden bir konu var: Tarihin bilinen en eski
zamanlarından beri var olmalarına rağmen, çevrelerinde pıtrak gibi ulus
yapıları türerken, Kafkas halklarının toplumsal gelişimi niçin donmuş ve
kabile yapısı aşamasında takılıp kalmıştır?
NOTLAR:
Kök ve dil birliği olanlar bile niçin kendi içlerinde bütünleşememiş ve günümüzün modern ulusları arasına katılamamışlardır?
***
Yaptığım
okumalar beni, bu gelişmemişliğin sebebinin Kafkasyalıların modern
dönemde kendi devletlerini kuramamaları olduğu sonucuna çıkarttı.
Peki neden?
Zeki
ve sağlıklı insanlardan oluşan Kafkasya’nın bu dirençli ve mücadeleci
toplumları neden yüzyıllar boyunca kendi devletlerini kurmaya muktedir
olamadılar?[1]
***
İbn Haldun 14. yüzyılda yaşamış ve çağını aşmış bir düşünür.
Modern
tarihçiliğin, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden sayılıyor. Batı
dünyasında Aristo’dan sonra en çok beğenilen düşünce adamı sıfatına
sahip.Yedi ciltlik dünya tarihini konu alan kitabını takdim maksadıyla
kaleme aldığı meşhur eseri “Mukaddime” için İngiliz tarih felsefecisi
Toynbee, “Mukaddime’deki tarih felsefesi, nevinin en
büyük eseri. Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda, hiçbir insan
zekâsı böyle bir eser yaratmamıştır.” [2] der.
İbn
Haldun’un geçerliliğini hala sürdüren ve saygı gören modellemeleri
aslında Çerkeslerin yaşadıklarını da oldukça akla yakın bir şekilde
tefsir etmektedir.
“ASABİYYE”
İbn Haldun’un, Mukaddime’sinde, toplumsal örgütlenmelerdeki farklılaşmaları izah ederken kullandığı “asabiyye” terimi yerli ve yabancı pek çok sosyologun en çok üzerinde durduğu kavramdır.
İbn Haldun “asabiyye” kavramıyla, insan gruplarındaki “topluluk duygusunu” güdüleyerek ilkellikten medeniyete geçişi sağlayan kolektif bağa işaret ediyor.
İbn Haldun'a göre ilk önceleri aile bağları (klan[3] (E.K.)) şeklinde tezahür eden bu bağ zamanla kabile[4] ve kavim[5] bağına dönüşüyor.
***
“Asabiyye” kavramının iki aşamada tezahür ettiğini belirten ve bunlardan birincisini “soy asabiyeti” olarak tanımlayan İbn Haldun, kan temelli olan bu “asabiyye” bağının bir toplumun devlet kurmasına kadar yeterli olacağını söylüyor.
“Asabiyye”nin ikinci tezahür şeklini de “sebep asabiyeti” olarak tanımlayan İbn Haldun, devlet kurma aşamasından sonra kan bağının yetmeyeceğini, yerini din ve hanedana bağlılık şeklindeki bir başka sebebin alacağını söylüyor.
GÖÇEBELİK, YERLEŞİKLİK
İbn
Haldun soy asabiyetinin ilkel (göçebe/bedevi) toplumlarda; sebep
asabiyetinin ise daha çok medenî (yerleşik/hadari) toplumlarda yaygın
olduğunu belirterek, ilkel ve medeni toplumların oluşumunu şöyle
özetliyor (sadeleştirilmiştir E.K.):
Geçimlerini
sağlayıp yaşamlarını sürdürmek için insan topluluklarından bazıları
ziraat ve ekinle; bazıları da ürünlerinden yararlanmak için koyun,
sığır, keçi, arı ve ipek böceği hayvancılığıyla meşgul olurlar.
İşte, geçimlerini ziraat ve hayvancılıkla sağlayanlar mecburen göçebeliğe (bedevilik) yönelirler.
Çünkü ekebilecekleri ve hayvanlarını otlatabilecekleri geniş alanları
kentlerde değil ancak kırlarda bulabilirler. Bu insanların kırda
yaşaması kaçınılmaz bir durumdur...
Geçimlerini
bu şekilde sürdürenlerin durumları düzelir ve zaruri ihtiyaçlarının
üzerinde bir bolluğa ulaşırlarsa, bu durum onları yerleşik düzene geçmeye,
kentsel hayatın özellikleri olan beslenmede, giyim kuşamda daha iyisini
elde etmek için yardımlaşmaya, geniş evlerde oturmaya velhasıl kentler oluşturmaya iter (hadarilik).[6]
KENTLER… MEDENİYETİN BEŞİĞİ
Evet,
İbn Haldun’un medeni yaşamın mekanı olarak tanımladığı kentler, tarih
boyunca, kültür ve medeniyetlerin doğduğu, geliştiği ve yayıldığı yerler
olmuştur. Medeniyetlerin çoğu zaman kentlerde ortaya çıktığı ve
kentlerin çökmesi ile birlikte medeniyetlerin de çöktüğü görülmektedir. [7]
Kuruluşu
M.Ö. 4000 yıllarına uzanan ilk kent yerleşimleri o tarihten bugüne
büyük bir değişim geçirmiştir. “Bu tarihsel gelişim süreci içinde
kentler, site, polis, komün ve kent devletleri gibi adlar alırken,
uygarlıkta da büyük bir dönüşüm yaşatmıştır. Tarih boyunca kültür ve
uygarlıkların doğduğu, geliştiği; çeşitli uygarlıkları da varlığı ile
etkileyen yerleşim mekanları olmuştur kentler.” [8]
“Kent devleti, yalnızca Eski Yunan’a özgü bir kurum olarak düşünülmemelidir. (…) Politika
kavramının atası olan Yunan ‘polis’i, dağınık çiftçi ve köylülerin bir
araya gelebileceği, kadın ve çocukların güvende olduğu, savunmanın daha
kolay yapılabildiği güçlü bir noktayı göstermektedir. Polis içerisinde
doğup gelişen felsefî-politik düşünce sistemleri, polislerde yaşayan
insanların bütününü olmasa da, önemli bir kısmını politize etmekte ve
onların siyasal bir bilince ulaşmalarını sağlamaktadır.”[9]
“Max
Weber bir yerleşim biçiminin kentsel topluluk olabilmesi için:
a-Savunma amaçlı kalesi, b- Pazarı, c- Mahkemesi ya da göreli otonom
yasaları, d- Kısmi bir ekonomisi ve özerkliği olması gerektiğini
belirtir. Weber’e göre bu nitelikleri taşıyan kent siyasal bir birimdir.”[10]
Weber “siyasal birimdir” diyor; yani siyaset yapılan yer.
Siyaset ne demek?
Siyaset veya politika literatürde, “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” [11] olarak tarif ediliyor.
İnsan
topluluklarının devletleşme sürecine geçebilmesi için kent yaşamı
oluşturabilmeleri çok önemli. Çünkü siyaset, kırda, mezrada, köyde değil
ancak kurumlarıyla devletin küçük bir modeli olan kentlerde
yapılabilir.
Kentler kurulamadığında devletleşmenin zemini de oluşmamış demektir.
Kent yoksa, yazı, kitap ve eğitim de yok demektir.
***
Göçebelerle yerleşik halk arasında siyaset, sevk ve idare bakımından farklılıklar görüldüğünü belirten İbn Haldun, göçebe cemiyetlerin, ilkel aşiret ve kabilelerin sevk ve idaresine riyaset (başkanlık); yerleşiklerinkine ise mülk (hükümdarlık, saltanat) adını vermektedir.
Yerleşik bir cemiyetin başında melik (hükümdar, sultan, padişah) vardır ve hükümdarın bir mülkü (devleti) ve devlet teşkilatı bulunmaktadır.
Göçebe cemiyetlerin başında ise bir reis (başkan) vardır ama reisin bir devleti ve devlet teşkilatı bulunmamaktadır. Gerektiğinde başında reisin bulunduğu kabilenin genci, yaşlısı, erkeği, kadını onun etrafında birleşir; daimi bir teşkilatın parçası olmadıkları için de işleri bittiğinde dağılırlar.
***
Şimdi bu bilgiler ışığında Kafkasya’ya ve Kafkasya toplumlarına bakalım.
ANTİK DÖNEM KENTLERİ ve KAFKAS SUB ETNOSU
- Grek ve Bizans Koloni Kentleri
Kafkasya
toplumlarının tarihine bu bilgiler ışığında baktığımızda gözlerimiz
öncelikle siyaset üretecek evsafta herhangi bir kent olup olmadığını
arıyor.
Evet,
Karadeniz kıyısında kurulmuş, geçmişi milat öncesine uzanan pek çok
eski yerleşim birimi (Dioskuria (Sohum), Gorgippia (Anapa), Hermonassa ve Phanagoria(Taman’da), Pantikapea (Kerç),
v.d.) var. Ancak bu kentlerin tamamı siyasetin değil, sadece ticaretin
merkezi olmuş. Geçmişi M.Ö. V. yy uzanan bu kentleri kuranlar da yerel
topluluklar değil, Grek ve Bizanslılardır. Tamamı da ticaret (ve sömürü)
maksadıyla kurulmuştur.
Kafkasya,
hem doğu ve batı, hem kuzey ve güney ekseninde ticaretin önemli bir
kesişme noktasındadır. Karadeniz kıyılarında Yunan kolonileri
kurulduktan sonradır ki Karadeniz önemli su yollarından biri haline
geldi. O zamandan başlayarak Karadeniz’i Doğu ülkeleriyle bağlayan başka
ticaret yolları da ortaya çıktı.[12]
Kafkasya’da
ki bu iki temel dış ticaret yolu (Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan da
Avrupa’ya mal ihraç eden) Kafkasya içerisinde tali yollarla birbirlerine
bağlanmakta ve Kafkasya’yı Kuzeyden güneye ve doğudan batıya doğru
bağlayan kara ticaret yoluyla tamamlamaktaydı. Bu dış ticaret yolundan
biri büyük Kafkas dağlarının ortasındaki “Daryal Deçidi”nden; diğeri de
Hazar Denizi sahili boyunca Derbent’den geçerdi.[13]
***
İnsanları
etrafına toplayan ticaretin bu önemli kıyı kentleri kuruluşlarından
itibaren hep aynı amaca hizmet ettiler: Ticaret ve sömürü.
Bu
kentlerde yönetim hiçbir zaman yerli halkların kontrolüne geçmedi.
Ermeniler dışında kentin yerleşik ahalisi de olmadılar. Yerliler,
potansiyel müşteri veya mal arz eden bireyler olarak kaldı, kent
imkanlarından herhangi bir şekilde faydalanamadılar.
Örneğin, Roma
İmparatorluğu Kafkasya kıyı şeridini de içine alacak şekilde bir
kentler konfederasyonuydu. Akdeniz’de çok sayıda kent devletini
birleştirmiş, bunun yanında yeni kentler de kurmuştu. Bu ağ Roma’nın
fetih ve dayatmaları ile olmuştur. Mali kaynaklar büyük ölçüde -gönüllü
ve yarı gönüllü- bağışlarla sağlanıyordu. Toplanan vergilerin büyük çoğunluğunu Roma merkezine vermek zorunda olan Site, doğrudan vergi koyamazdı. Çünkü bu iş Roma’nın tekelindeydi. Roma imparatorluğu döneminde Siteler sosyal ve siyasal özerkliğini kaybetmiş ancak varlığını korumuştur. [14]
Yani
bu kıyı kentleri Yunan ve Roma merkezi yönetiminin kontrolünde iken
yerel halk adına yapılacak siyasetin değil, sömürü ve ticaretin
merkezleri olmuştur. Kafkasya’daki kıyı kentlerinin tamamının da kaderi
aynıdır.
- Hunlar Bizans Etkisini Kırıyor
Bu
gidiş IV. Asrın ikinci yarısında Hunların ortaya çıkmasıyla sona erdi.
Hunlar Bosfor, diğer adıyla Pontus Şark Krallığını ve Azak Denizi
sahilleriyle Taman Yarımadası’ndaki Yunan Kolonilerini ortadan kaldırdı.
Bu şehirlerin ortadan kalkması, Karadeniz’in Kafkasya sahillerindeki
diğer kolonilerin de düşmesine sebep oldu. Az zamanda mamur ve zengin
bir hale gelen şehirlerin yerinde sadece harabeler kaldı. Sonsuz
muharebeler ve düşman ordularının istilası nüfusun azalmasına, ticaret
bağlarının bozulmasına ve tarihi ticaret yollarının tahrip edilmesine
sebep oldu. Asya’nın derinliklerinden birbirini takip ederek gelen göç
dalgalarının baskısı altında Kuzey Kafkasya da aynı duruma düşmüştü. Bu
durum Arap hilafetlerinin kuruluşuna ve Kafkasya’da Arapların ortaya
çıkışına kadar devam etti. Arap hakimiyeti Ön Asya’nın siyasi durumunda
birkaç asır için istikrar temin etmiştir.[15]
- Araplar Kafkasya’da
Araplar
VII. yy’ın ikinci yarısında güneyden Tiflis’e kadar gelmişler, oradan
doğuya dönerek Derbent’i almışlar ve Dağıstan’a girmişlerdir. Arapların
Hazarlar ve Dağıstan kabileleriyle yaptığı savaşlar miladi 8. Asrın ilk
yarısına kadar devam etmiş ve Arapların kati zaferiyle sonuçlanmıştır. Araplar
döneminde Kafkasya’da ticaret çok gelişmiştir. Kurulan şehirler yine
siyasi değil ticari merkezler olarak kalmıştır. Bu dönemin en önemli
ticari merkezleri Derbent, Berda, Ermenistan’da Dabil, Tiflis ve
Karadeniz ve Azak’taki birçok liman şehirleridir.[16]
Bu dönemde konjonktürün denk düşmesiyle[17] bir tek Abazalar geleneksel devlet tanımına uygun bir krallık yapısı ortaya çıkartabilmişlerdir.
XII.
asrın ikinci yarısında Üçüncü Davit Tiflis’i zapt ederek Müslüman
hakimleri oradan çıkardı ve Gürcistan’la Abhazya’yı kendi hakimiyeti
altında birleştirdi. Tiflis’in alınmasıyla Kafkasya’da Arap
hakimiyetinin de sona erdiği kabul edilir. Bu dönemde Güney Kafkasya’nın
Batı bölgeleri III. Davit’in kontrolüne girerken, doğu bölgeleri de
Selçukluların eline geçmiştir. [18]
- İtalyan Tüccarlar Dönemi
XII.
asrın sonuna doğru Kafkasya sahillerinde Venedik ve Cenevizli tüccarlar
peydah oldu. Karadeniz kıyılarında ticaret tekrar canlandı. Kırım
sahillerinde Kefe kuruldu, Pontikapea tekrar canlandırıldı. Karadeniz’in
Kafkasya sahillerinin tamamı Cenevizlilerin kontrolünde idi, Kuban
Nehri’nin döküldüğü Ahtar Körfezi, Anapa, Sivastopol ve Sohum ticaret
merkezleri olarak canlandırılmıştı. İtalyan tüccarlar en çok Ermenilerle
münasebetlere girişmişlerdi. Zira Kafkasya’da ticaretle en çok
Ermeniler uğraşıyordu. Bütün İtalyan ticaret kolonilerinde birer Ermeni
Mahallesi bulunuyordu. İtalyan tüccarlar bölgeye tamamıyla ticari
yaklaşıyorlardı. Bu dönemde de bu şehirlerde herhangi bir örgütlü yerel siyasi oluşum ortaya çıkmamış, tamamı ticaret kentleri olarak kalmıştır.[19]
Bu
durum Osmanlıların İstanbul’u fethine kadar devam etti. Osmanlı
Karadeniz’i iç deniz olarak görmeye başladıktan sonra Ceneviz ve
Venedikli tüccarlar bu bölgeden çekilmek zorunda kaldı.
İNGİLİZLER KAFKASYA’DA
Bilahare
İngilizler, Astrahan üzerinden Güney Kafkasya’da Şirvan şehrini merkez
alarak yaptıkları ticari faaliyetlerini bölgeyi saran Osmanlı-İran
harplerine kadar sürdürdüler. İstikrarsız ortamın uzun sürmesi sebebiyle
de 1581 senesinde İngilizler Kafkasya’dan tamamen çıktılar.
…VE RUSYA
Bu
arada Kuzey’de XVI. Asrın ikinci yarısında Kazan’la Astrahan’ı ele
geçirmiş olan Rusya Kafkasya’ya gözünü dikmişti. 1604 senesinde
Dağıstan’ın Tarkı şehrine yürüyen Ruslar 300 sene sürecek saldırılarını
başlatmış oldu. Rusların Kafkasya’ya ayak basmasından sonra Kafkas
halkları için geleceklerini dizayn edebilecekleri bir fırsat bir daha
ellerine geçmedi.
Rusların
Kafkasya’ya yönelik aralıklarla gerçekleştirdikleri saldırıların
peryotları gittikçe daraldı. Ancak Kafkas halkları gerekli firaseti
gösterip bütünleşemedi; ne kendilerini koruyabildi, ne kentlerini
kurabildi, dolayısıyla ne de bir devletleşme sürecine girebildi.
1800’lerin
ilk yarısında İmam Şamil’in devlet idaresi oluşturma yönünde ciddi
girişimleri olmuşsa da yerleşik bir kent düzeninin gücü ve desteği
yanında olmadığı için başarılı olamamıştır.
***
Aynı
şekilde 13 Haziran 1861’de Hacı Giranduk Berzeg liderliğinde Kuzey Batı
Kafkasya’da oluşturulan Büyük Özgür Meclis bir devlet olma iradesi
ortaya koymuşsa da devletleşme süreçlerinin yaşanmasına fırsat
bulunamamıştır.
Benzer bir teşebbüs olarak 11 Mayıs 1918’de kuruluşu ilan edilen Kuzey Kafkasya Dağlı Halklar Cumhuriyeti’ni kurma girişimi de aynı sebeplerle akim kalmıştır.
***
Bugün Kafkasya’da sahil boylarındaki antik dönem kalıntıları dışında kent yaşamına işaret eden tarihi bulgulara sahip değiliz.
Kafkasyalılar Yunan, Bizans, Venedik ve Cenevizliler ile Osmanlılar’ın kurdukları
sahil bandındaki kentlerde özne değil, hep nesne olmuşlardır.
Kolonicilerden günlük ihtiyaçlarını almışlar, onlara ne istiyorlarsa
istediklerini de vermişlerdir. Sadece ticaret yapmışlardır. Hiçbir
şekilde kentlerin yönetimine müdahil olamamışlardır.
Sebebi
de klanlar ve kabileler halinde yaşayan göçebe (kır ve köylerde
yaşayan, tarım ve hayvancılıkla uğraşan) bir toplum olmalarıdır.[20]
“Bir
topluluk bedevilikten haderiliğe geçerken, aşamalı olarak riyaset
sistemi de mülke dönüşür. Bu köklü bir değişikliktir ve bir bakıma
kaçınılmazdır. Çünkü riyasetle yönetilen kabile asabiyetinin nihai amacı
mülktür. Aslında haderi toplumlarda gözlenen mülk ve devlet de,
bedevi ha/attan haderi hayata geçildiğinde riyaset tabii olarak mülke
dönüşür,” [21] saptaması, yerleşik düzene geçilemediği için Kafkasya’da makes bulmamıştır.
Yani özetle Kafkasya’da bir devletin oluşabilmesi için kabilelerdeki yönetim gücü bir kentte birleşip merkezileşememiş, siyasal bir örgütlenmeye dönüşememiştir. Kurulan kentlere müdahil olunamadığı gibi yerli halklar kendileri müstakil kentler de kuramamışlardır.
Bunu,
kızıyla birlikte Kafkasya’ya giden ve turistik bir gezi gerçekleştiren
dostumuzun dönüşte kızına Kafkasya’yı nasıl bulduğunu sorduğunda aldığı,
“Coğrafya 10 ama tarih 0” mealindeki cevabı veciz bir şekilde ifade
etmektedir.
Peki o zaman soralım:
KAFKAS HALKLARI NİÇİN KENDİ KENTLERİNİ (VE TABİİ Kİ DEVLETLERİNİ) KURAMADI?
Bunun birden fazla sebebi var.
1. Coğrafi faktörler
Coğrafya’nın
yüksek dağlar ve derin vadilerle parçalanmışlığı Kafkasya toplumlarının
bir araya gelmelerini olumsuz yönde etkilemiş, aynı dil grupları bile
dağılarak süreç içerisinde farklılaşmışlardır. Bu topografik yapı
koordinasyon sağlayacak bir yapının oluşturulmasına imkan vermemiştir.
2. Çok etnikli Yapı
Birliğin
oluşamamasında bölgenin etnik yapısının çok karmaşık olmasının da büyük
payı vardır. Coğrafi yapı bu çok etnikli yapıyı daha da parçalamıştır. Bu parçalı yapıdan dolayıdır ki bölge içinden çıkan bir yerli güç diğerlerine hakim olamamıştır.
3. Dış Faktörler veya Frontier Toplum olmaları
Kuzey Kafkasya toplumları frontier toplumlardır. Frontier
toplumlar, birden çok, krallık, imparatorluk, cumhuriyet… gibi merkezi
yönetimlerini kurmuş diğer toplumların (Kırım, Osmanlı, Rusya, İran
gibi…) sınırlarında yaşayan toplumlardır. Bu durum onları sürekli bir
istikrarsızlık içinde tutar. Oturmuş yönetimlerle olan münasebetleri
dışında yüzyıllar süren kavimler göçü de bu istikrarsızlığı artıran bir
diğer unsur olmuştur.
Sınır
topluluklarının kökenleri -aralarında dil, tarih, idea ve hâkim bir
etnisitenin altında birlik gösteren ülkelere kıyasla- heterojendir, yani
farklıdır. Bunlar çeşitli etnik gruplara mensup, kabile ve klanlar
halinde dağınık yaşar, bu yüzden de birlik oluşturamazlar. Çok
farklı diller konuşmaları ortak bir dil oluşmasına fırsat vermemekte,
bu yüzden konuşulan diller kabile dili düzeyinde kalmakta, ulus dili
aşamasına geçilememektedir. Ulus olamayanlar ise devlet, medeniyet, yazı
ve kültür üretememektedir.
Kendi
yönetimlerini oluşturmuş komşu devletler, sınırlarında yaşayan
toplumların içinden bazı soylularla anlaşıp, onları yanlarına alarak
birlik olma girişimlerine bu yolla da mani olmuşlardır.
4. Soylu Erki
Sosyal yapıdaki sınıfsal ayrışma birlik oluşturmanın önündeki en önemli
engel olmuştur. Bu yapı yüzündendir ki soylular yaşadıkları topraklarda
küçük küçük koloniler kurarak bu yapıları korumada ısrar etmişlerdir.
Soylular, bir devletin bünyesinde olmayı düşünmemiş, kendilerinin hakim
olabileceği kendi hükümranlık bölgelerini kurmayı tercih etmişlerdir. Bu
anlayış birlik olup beraber hareket etmelerinin önündeki en büyük engellerden biri olmuştur.
NOTLAR:
[1] Bu sorunun cevabına geçmeden önce, iki kesimden gelebilecek itirazları peşinen yanıtlamak istiyorum.
Birinci
olarak, evrimci ekolü esas alarak “devletlerin bir köleleştirme ve
sömürü aracı olduğu” tezine inanan ve devletsizliği kutsayan görüş
sahipleri bu tespitimize “devlete değer atfettiği için” karşı
çıkabilirler; ancak, devlet kuran toplumların bugünkü pozitif durumları
ve devletsizliğin biz Kafkasyalıları kabile düzeyinde sabitleyerek nasıl
bir yok oluşa mahkum ettiği gerçeği ortada iken sanırım bugün artık bu
konuyu tartışmak abes olacaktır.
İtiraz
edecek ikinci kesim ise Kafkasya’da Sovyet döneminde kurulan ve RF
döneminde de varlığını devam ettiren Kuzey Kafkasya’daki uydu
devletçikleri kutsayanlar olacaktır muhtemelen… 20. yy’ın ilk çeyreğinde
Bolşevik devriminin ardından kurulan bu sentetik devletler, “var edip
geliştirmeye değil, Ruslaştırıp yok etmeye” programlanmış “göz boyama
maksatlı” yapılar olduğu için bizce devlet değil ancak birer devlet
karikatürüdürler. Belki belli protokollerde bu yapılara “devletmiş gibi”
muamelede bulunulabilir ama bu devletçiklerin bu yazıda ele aldığımız
gibi “ulus ortaya çıkaran devletlerle” hiçbir alakası olmadığını
bilmeliyiz.
***
Ayrıca
“antik dönem” ve “geleneksel dönem”de kurulan bir takım devlet
formlarını hatırlatarak sorumuzu yanlışlamaya niyetlenenlere mukabil
hatırlatmada bulunup bu sorunun kastının ulus örgütlenmesine dönüşen
modern dönem devletleri olduğunu belirtmemizde fayda var. Bu vesileyle
devlet tanımını ve evrelerini bir kere daha hatırlayalım.
Devlet,
belli sınırlar içinde siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya
milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık olarak tarif ediliyor.
Gelişim evreleri de antik devlet, geleneksel devlet (erken devlet) ve modern devlet olarak tasnif ediliyor.
Antik Devletler:
Kent yapısı şeklinde ortaya çıkan antik dönem devletlerine batılı
kaynaklar “Polis” adını veriyorlar. Birçok araştırmacı ve bilim adamı
tarafından Polis “kent devleti” olarak adlandırılıyor. Kent devletleri,
kabile yaşamı süren köylerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur.
Köleciliğe, toprak sahipliğine ve tarıma dayanan, esas işi savaş olan
bir toplumsal örgütlenmeydi. Çizilmiş belirgin sınırları yoktur. Genelde
bir tepenin üzerinde bulunan bir kale ile birlikte (akropol) ve bir
agoranın (ticaret meydanı) var olduğu, yönetiminin şehrin merkezinde ama
vatandaşların şehrin içinde veya ona ait civar topraklarda yaşadığı
tarihten günümüze arkeolojik bilgi ve bulgularla aktarılmıştır. Antik
devletler döneminin milattan önce sekizinci yüzyıldan, yaklaşık olarak
M.S. V. Yüzyıl’da Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasına değin geçen dönemi
kapsadığı kabul edilir. Toplumsal yapı klan ve kabilelerden oluşur.
Bugünkü
Kuzey Kafkasyalıların o dönemlerde yaşayan ataları Massaget, Meot
(Med), Kimmer, Trak, Saspein, Kolkhid, Halizon, Sarmat, Thyssaget, auri,
Neuri, Agathyries, Skyth boyları, v.d. isimleri taşımaktaydı.
Geleneksel Devletler (Erken Devletler): Sınırları
birbirlerinden genellikle kesin olmayan çizgilerle ayrılmış, coğrafi
bölümlere bölünmüş belli bir toprak parçasına (ülke) sahiptiler.
M.S.
V. Yüzyıl’dan yaklaşık olarak XVI. Yüzyıl’a değin geçen dönemde
yaşamışlardır. Belirgin özelliği, iktidarın tanrı kaynaklı olduğuna ve
bütün iktidarların tanrıdan geldiğine inanılır ve devlete de tanrı adına
hükmedilir olmasıydı.
Bu devletlerin karakteristik özelliklerinden birisi yasayı söyleyenin de ve uygulayanın da aynı organ olmasıdır.
Geleneksel devletin ilk zamanlarında,
siyasal alandaki ilişkilere akrabalık, aile ve toplumsal bağlar
hükmeder, tam zamanlı uzmanlar nadiren bulunur, vergilendirme sistemleri
salma şeklinde geçici amaçlarla ve bir kerelik şeklinde olur, toplumsal
ilişkilerde yöneten-yönetilen ilişkisi değil, karşılıklı bağımlılık
ilişkisi egemen olurdu.
Geleneksel devletin modern devlet aşamasına geldiği son merhalede
ise kamu yönetim aygıtında atanmış memurlar ağır basar, hükümete
akrabalık yoluyla yapılan etkiler ancak hükümetin önemli olmayan bir
bölümünü oluşturur özel mülkiyet ve pazar ekonomisi doğar ve tam bu
noktada da yöneten-yönetilen ilişkileri ortaya çıkar.
Geleneksel devlet bu son aşamaya geldiğinde artık modern devletin ön koşullarını da oluşturmuştur. Toplum
“yönetenler” ve “yönetilenler” olmak üzere en az iki tabakaya (sınıf)
bölünmüş, yönetilenlerin vergi-haraç yükümlülükleri oluşmuştur. Geleneksel devlette bir siyasal örgütlenme vardır; ancak bu henüz kesin biçim ve kurumlara sahip olmayan bir örgütlenmedir.
Kafkasyalıların da bu dönemde kurdukları devletler vardır.
Geleneksel
devlette kabilelerin farklı kesimlerden kendi içine alarak bütünleştiği
gruplar olsa da, toplum hala kabileler halindeki yapısını korumaktadır.
***
Modern Devlet. Modern devletin
en önemli karakteristiği yasayı söyleyen ve uygulayanın farklı organlar
olmasıdır. Modern devletin bir diğer önemli özelliği de şiddet tekeline
sahip olmasıdır; egemenlik ve sınırlarla birlikte devletin fiziksel
yapısını meydana getirir. İdari merkezileşme anlamına gelen bürokrasiyle
ise devlet rasyonel bir nitelik kazanır.
On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda görülmeye başlanan
modern devletleri geleneksel devletlerden ayıran en önemli özellik,
modern öncesi dönemde devlet iktidarının tanrı kaynaklı olduğuna ve
bütün iktidarların tanrıdan geldiğine inanılırken, modern devlet
anlayışına geçişle birlikte devlet iktidarının toplum kaynaklı olduğu ve
meşruiyetinin de toplumda aranması gerektiği fikrinin hakim olmasıdır.
Bu
döneme geçişte önce kilise ve feodalite tasfiye edilmiş, krallar tek,
mutlak ve bölünmez iktidar sahibi olmuşlardır Bu modern devlet
anlayışının ilk aşamasıdır.
1789
Fransız Devrimi’nden günümüze kadar geçen süreç ise modern devlet
anlayışının ikinci aşamasıdır. Bu aşamada krala ait olan egemenlik,
ondan alınarak topluma verilmiş, böylelikle egemenliğin demokratik
niteliği ortaya çıkmıştır.
[2] Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, İletişim Yayınları, İstanbul-1998, s:139
[3]
Klan: Ortak bir atadan geldiklerine inanan, kendi aralarında
evlenmeyen, hem ana, hem de baba çizgisine göre düzenlenmiş,
birbirleriyle akraba, birden çok büyük ailenin bir araya gelmesi sonucu
oluşan toplumsal birlik; büyük sülale.
[4]
Kabile: Ortak bir atadan türediklerine inanan klanların bileşimiyle
meydana gelen, kendi aralarında evliliklerin mümkün olduğu geleneksel
topluluk; sülaleler topluluğu.
[5]
Kavim: Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan, boy ve soy
bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu; kabilelerden oluşan
birlik.
[6] İbn Haldun, Mukaddime-Cilt-2, Hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul-2011, s:660
[7] Yusuf Pustu, Küreselleşme Sürecinde Kent “Antik Site’den Dünya Kentine”, Sayıştay Dergisi, Sayı:60, s:129
[8] Yusuf Pustu, Küreselleşme Sürecinde Kent “Antik Site’den Dünya Kentine”, Sayıştay Dergisi, Sayı:60, s:129
[9] Atatürk Üniversitesi, Siyaset Bilimi 4. Sınıf Ders Notları.
[10] Yusuf Pustu, Küreselleşme Sürecinde Kent “Antik Site’den Dünya Kentine”, Sayıştay Dergisi, Sayı:60, s:130
[11] Türk Dil Kurumu - Büyük Türkçe Sözlük
[12] Bu ticaret yollarından en çok kullanılanı Avrupa’dan Hindistan’a giden
ve Rion Nehri’nin Karadeniz ağzından başlayan yoldur. Ticaret malları
kayıklarla Rion ve Kvirli Nehirleri yoluyla Şarapana’ya sevk olunurdu.
Yunan coğrafya bilgini Strabon’un rivayetine göre, Şarapana o zamanlar
hem şehir hem de müstahkem bir kale idi ve mallar kara yoluyla Kura
Nehri’ne kadar buradan aktarılırdı. Kura nehrinden yine kayıklarla Hazar
Denizi’ne, oradan da Oxus (Amuderya) ve Belh yoluyla Hindistan’a
varılırdı.( Ahmet Canbek, Kafkasya’nın Ticaret Tarihi, K.K.K ve Y.D.
Yayını, İstanbul-1978, s:17)
[13] Ahmet Canbek, Kafkasya’nın Ticaret Tarihi, K.K.K ve Y.D. Yayını, İstanbul-1978, s: 18
[14] Yusuf Pustu, Küreselleşme Sürecinde Kent “Antik Site’den Dünya Kentine”, Sayıştay Dergisi, Sayı:60, s:134-135
[15] Ahmet Canbek, Kafkasya’nın Ticaret Tarihi, K.K.K ve Y.D. Yayını, İstanbul-1978, s:28
[16] Ahmet Canbek, Kafkasya’nın Ticaret Tarihi, K.K.K ve Y.D. Yayını, İstanbul-1978, s:38
[17] Arap
saldırılarının etkin olduğu ve Bizans İmparatorluğu’nun da zayıfladığı
bir dönemde annesi Hazar Kralı’nın kızı olan Abhaz lider II. Leon
Bizans’tan ayrılıp egemenliğini ilan etti. II. Leon Abhazya ve Egrisi’yi
Lıkhnı’ya kadar ele geçirip Abhaz Kralı ünvanını aldı. (Gerg Amıçba,
Ortaçağda Abhazlar ve Lazlar, Çeviren: Hayri Ersoy, Nart Yayıncılık,
İstanbul-1993)
[18] Ahmet Canbek, Kafkasya’nın Ticaret Tarihi, K.K.K ve Y.D. Yayını, İstanbul-1978, s:39
[19] Ahmet Canbek, Kafkasya’nın Ticaret Tarihi, K.K.K ve Y.D. Yayını, İstanbul-1978, s:
[20] Bedevi
yaşam biçiminde tarım ve hayvan yetiştirme belirleyicidir. Şehir
hayatında ise el işçiliği, zanaatkârlık belirleyici biçimlerdir. Yani
şehir ve köy ayrımı yerleşik ve göçebe ayrımına göre değil, üretim
biçimine göre belirlenmektedir.
[21] Ali Bulaç, “Bedevîlik-Hadarîlik”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi - I, Risale Yayınları, İstanbul 1990, s:143
______________
29/11/2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder