Geçmişimizle ilgili kendi
kayıtlarımızdan oluşan bir ulusal veri tabanımız olmadığı için, başka
merkezlerden bizlere sunulan verilerle düşünmek zorunda kalıyoruz.
Ulusal perspektife sahip, tatmin
edici bir kaynaktan beslenmeyince de en önemli konularda bile toplumsal
mutabakat oluşturamıyoruz. Herhangi bir konunun üst başlıklarında mutabık
kalsak dahi, alt başlıklara iner inmez ayrışmaya başlıyoruz.
***
Örneğin, “Çerkes
Sürgününü kim yaptı?” sorusuna bile birbirine taban tabana zıt
pek çok cevap verebiliyoruz.
Kahir ekseriyetimiz kendinden emin
olarak “Ruslar tarafından sürüldük” derken, ‘Hacca
giderken burada kaldık’ diyerek olayı “gönüllü göç”e
bağlayanlarımız da var, “Osmanlı ajanı hocalar ve beyler ayar etti,
toplayıp getirdi” diyenlerimiz de…
İşin vahim tarafı, bu “kesin
inançlılarımızın” önemli bir kısmının, hiç bir dişe dokunur
bilgi alt yapısına sahip olmadan bu lafları sarf ediyor olması. Yokladığınızda
bütün bildiklerinin söyledikleri o bir iki hüküm cümlesinden ibaret olduğunu
görüyorsunuz.
***
Gerçek şu ki, herkes öncelikle mensup
olduğu ideolojinin “dost-düşman” tanımına göre
tarafını seçiyor, daha sonra da ona göre argüman üretiyor.
Din karşıtı veya seküler düşünceye
sahip olanlar, bir din devleti olan Osmanlıyı Rusya’ya suç ortağı yapan
söylemlere yakın dururken;
Muhafazakarlarımız ise bir din
devleti olarak gördüğü Osmanlıya toz kondurmayarak Rusya’yı tek suçlu,
Osmanlıyı da kurtarıcı ilan ediyorlar.
Milliyetçilerimiz ise hiçbir adalet
kaygısı gözetmeden “Çerkeslerden başka herkes suçlu” söylemlerine
itibar ederek meşreplerinin gereğini yapıyorlar.
Peki ama doğrusu ne?
***
Ana kitle atalardan gelen nakille
Rusya’nın yaptıklarını biliyor. Rusya’nın bu cürmün sorumlusu olduğu da her
geçen gün yeni bir belgenin ortaya çıkması ile daha da netleşiyor zaten.
Çoğunluğun bunda bir şüphesi yok.
Burada kritik soru şu:
Peki,
sürgün nesilleri topraklarına kabul eden Osmanlı, bu sürgünleri teşvik edici
bir rol üstlendi mi?
“Osmanlı ajanı hocalar ve beyler
kandırdı, toplayıp Osmanlı’ya getirdi” diyen Rusofil veya anti Osmanlıcılar ile
“Çerkesler dışında herkesi suçlu çıkarma hastalığıyla malul” adalet duygusunu
yitirmiş milliyetçilerimizin önyargılı bakışlarını bir kenara bırakırsak,
gerçekten bu sürgünde Osmanlı’nın menfi/müspet rolü ne olmuştur?
Gelin bu soru üzerine biraz beyin
jimnastiği yapalım.
***
Şu bir gerçek: Rusya, emperyalist
hedefleri doğrultusunda genişlemeye, bu politikalarının bir parçası olarak
stratejik değer atfettiği Kuzey Kafkasya topraklarını işgal etmeye kararlı idi.
Bu Deli Petro’nun vasiyetiyle somutlaşmış malum bir husus.
1783’te Kırım’ın işgalinden sonra
Kuzey Kafkasya kapılarına dayanan Ruslar, yavaş yavaş tazyiklerini artırmaya
başladı. Zaman ilerledikçe savaşın şiddeti de artıyordu. Çerkesler düşmana aman
vermiyor, cansiperane bir şekilde vatanlarını savunuyorlardı. Kırım’ı
mukavemetsiz teslim alan Ruslar, Çerkesya’da zorlanmıştı.
1838’de Petersburg’da yapılan bir
toplantı ile “Kafkasya Komitesi”ni kuran Ruslar bir durum
değerlendirmesi yaparak, Kuzey Batı Kafkasya’yı “güvenilmez”
bulduğu yerli halklarından arındırmaya karar verdi. General
Fedayev’in 1899’da yazdığı “Kafkasya Mektupları”
adlı eserinde bahsettiği bu plana göre Kuzey Kafkasya halklarının üçte biri
anayurtlarından göç ettirilecek, bunlardan boşalan topraklar Rus ve Kozak
köylülerine verilecek, bölgeye aynı zamanda Çarlık idari ve askeri personeli de
iskan edilecekti.
Ancak Ruslar Kırım Harbi (1853-1856)
sonrasına kadar bu planı uygulamaya fırsat bulamadı.
***
Bu arada
Rusya Balkanlar üzerinde de Osmanlı Devletiyle sürtüşme içindeydi. 1853
yılından itibaren stratejisini
değiştirerek Osmanlı Devleti’ni yıkma politikası izlemeye başladı. "Hasta
adam" gözüyle baktığı Osmanlı Devleti'ni dağıtıp paylaşmak
için İngilizlere teklifte bulundu. Ancak, İngilizler Hindistan ve Ortadoğu’daki
çıkarları gereği Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünden yana tavır alarak bu
teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Rusya, bu sefer Osmanlı Devleti'ne bir
ittifak teklifinde bulundu ve bu devletin sınırları içinde yaşayan
Ortodoksların koruyuculuğunun kendisine bırakılmasını önerdi. Ancak Osmanlı,
İngilizlerin desteğine güvenerek bu isteği reddetti. Bu arada Fransa da Rusya
konusunda Büyük Britanya hükümetine benzer bir politika izliyordu.
Bu görüşmelerden istediğini elde edemeyen Rusya, savaş dahi ilan etmeden 22
Haziran 1853'de Eflak ve Boğdan’ı işgal ederek savaşın
işaret fişeğini çaktı. Osmanlı Devleti 4 Ekim 1853’te Rusya’ya nota verdi ve 15
gün sonra da savaş açtı. İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti’nin yanında saf
tuttu. İki buçuk yıl
süren harp
Osmanlı ve müttefiklerinin galibiyetiyle sona erdi. 30 Mart 1856 tarihinde de Paris Antlaşması imzalandı. Burada
şunu kaydetmeliyiz ki, Paris Antlaşması’nda Osmanlı
ve Avrupalı müttefikler hâlâ Rusya’nın saldırılarına muhatap kalmaya devam eden
Kafkasyalılara sahip çıkmamış, konuyu görüşme masasına bile getirmeyerek
yüzüstü bırakmışlardır. Antlaşma hükümlerine göre Rusya
Kafkasya’da artık ne isterse onu yapabilecektir.
Burada
bir soru işareti üretmekte fayda var“Niçin”
***
Bu arada 1856 Paris Antlaşması öncesinde önemli bir
gelişme daha olur.
Osmanlı İmparatorluğunu Rusya’nın müdahalelerine
karşı korumanın bedeli ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa Devletler ailesine
katılmasının şartı olarak Avrupa Devletleri birtakım şartlar ileri sürerler. Bu
şartlar Islahat Fermanı’nın esasları olarak Sadrazam Ali Paşa
ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri tarafından tek tek
maddeleştirilir. Kırım Harbinin son aylarında hazırlanan bu Ferman Paris
Antlaşması’nın imzalanmasından altı hafta önce, Bâb-ı Âlî’de bütün
bakanlar, yüksek memurlar, şeyhülislâm, patrikler, hahambaşı ve cemaat ileri
gelenleri önünde okunarak ilân edilir ve Paris Antlaşması’nı hazırlayan
devletlere de bildirilir. İlginçtir Paris Antlaşması’nın maddeleri arasında
Osmanlı’nın bu Fermana sadık kalacağına dair bir madde de yer alır.
Bu ferman yayınlandığında, Fransız elçisi bile,
“Osmanlı Devleti’nin bu kadar fedakarlıkta bulunacağını hiç ummuyorduk” diyerek
hayretini ifade etmiştir.
Peki Islahat Fermanı’nın ilanı ne sonuç doğurdu?
Islahat Fermanı'nın ilânından sonra Balkanlar'da
gelişen olaylar ve bu arada Rusya'nın şiddetle körüklediği Panslavizm fikri, bu
bölgeyi barut fıçısı haline getirdi. Nitekim fermanın ilanı üzerinden henüz bir
yıl geçmeden ülkenin dört bir yanında isyanların patlak vermesi üzerine
Sadrazam Ali paşa görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Bir taraftan Sırp ve Karadağ
isyanları, diğer taraftan Bosna-Hersek olayları ve Bulgar meselesi Osmanlı
Devleti'ni oldukça güç durumda bıraktı.
***
Osmanlı, Kırım Harbi’nden her ne
kadar galip çıkmış ise de perişan bir vaziyetteydi. Bu savaşı yürütebilmek için ödeme gücünün çok üzerinde borçlanmıştı. Bir
taraftan Avrupa devletlerinin dayatmasıyla çıkarttığı Islahat Fermanı ile
sosyal çalkantıların içine girerken, diğer
taraftan aldığı borçların altından kalkamayarak (1881 yılında Duyun-u Umumiye
İdaresini kurarak) Avrupalı devletlerin mali denetimi altına girdi ve yarı
sömürge bir devlet haline geldi.
***
Osmanlı öte yandan hem kemiyet, hem
keyfiyet açısından ciddi bir nüfus problemi içindeydi. Özellikle Balkanlar’daki
Müslüman nüfus oranı S.O.S. veriyordu.
***
1844’de Osmanlı nüfusu 35 milyon 350
bin kişi iken, bunun 21 milyonu Müslümanlar, 14 milyon 350 bini de gayrı
Müslimlerden oluşuyordu. Müslüman nüfusun 11 milyon 805’i Anadolu’da; diğerleri
Avrupa, Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında idi.
Osmanlı nüfus yapısı, 18. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren artan ve uzun süren savaşlarda meydana gelen
ölümler, evlilik çağındaki erkeklerin sürekli cephede olması, gayrı Müslimlerin
orduya alınmıyor olması, savaşa katılmayan gayrı Müslimlerin ekonomik olarak
güçlenirken bir taraftan da nüfuslarını artırıyor olması makası yavaş yavaş
Müslümanlar aleyhine açıyordu.
Nitekim Kemal
Karpat “Osmanlı Nüfusu” isimli çalışmasında, Osmanlı
Devleti’nin, tarım alanlarını işleyecek, nüfus artışına yol açacak, ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak
elemanlara olan ihtiyacının Kırım savaşından sonra daha çok arttığını
belirtmektedir.
***
Bu saiklerle daha 1856
yılında Rusya ve Osmanlı hükümetleri arasında Kafkasya dağlı nüfusunun Osmanlı
topraklarına kısmen “göç etmesini” öngören ve “göç şartlarını” belirleyen bir
anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmayla Osmanlıya gelmesi
öngörülen nüfus 40-50 bin kişi kadardı.
Osmanlı Devleti daha sonra 9 Mart
1857’de de yabancı göçünü teşvik eden bir kanunname çıkardı. “Kabul-u tâbiyyet ile hariçten Devlet-i Aliye
memleketine tavattun etmek arzu eden familyalar hakkında tanzim buyurulan
nizamname” adını taşıyan kanun, Ruslar’a, Kuzey Batı Kafkasya
nüfusundan kurtulmak için aradığı altın fırsatı vermişti.
Ruslar böylece, Petersburg’da kurdukları
Kafkasya Komitesi’nde 20 yıl önce aldıkları kararları
hayata geçirmeye başladılar.
Kuzey Batı Kafkasyalıların Osmanlıya
transferi 1858-1859 yıllarında aktif hale gelirken, 1863-1864 yıllarında zirve
yaptı. Bu nüfus transferleri Kuzeybatı Kafkasya halklarının bünyesinde bir
buçuk asır sonra dahi onarılamayacak kadar derin yaralar açmış, onları adeta
bir yok oluş girdabının içine atmıştır.
St. Petersburg'daki İngiliz
Büyükelçisi Lord Napier’in, Rusların Kafkas kabilelerini, alternatif olarak
düşündükleri daha içteki bölgelere göç ettirmek için epey miktarda harcama
yapmak zorunda kalacakken, Osmanlı Devleti’nin aceleci davranarak “göçmenleri”
kabul etmesiyle bu yükten kurtulduğunu ifade etmesi ilginçtir.
***
Peki Osmanlı’nın böyle bir nüfusa
ihtiyacı var mıydı?
Evet Osmanlı’nın böyle bir nüfusa
ihtiyacı vardı.
Nitekim Kırım ve Kafkasya’dan yapılan
nüfus transferleri sonrası 1867’de yapılan nüfus sayımları sonucuna göre
Osmanlı coğrafyasının nüfusu 40 milyona ulaşırken, bunun 24 milyon 376 binini
Müslümanlar, 15 milyon 64 binini de gayrı Müslimler oluşturuyordu. Anadolu
nüfusu ise 12 milyon 803 bine ulaşmıştı.
Anadolu’nun Müslüman nüfusunda
yukarıda bahsettiğimiz sebeplerle aslında göreceli bir azalış yaşanmasına rağmen
meydana gelen 1 milyonluk artış, büyük oranda Kırım ve Kafkasya’dan gelen
sürgün nesillerin oluşturduğu bir sonuçtur.
Sürgünlerin iskanında, hem ülkenin
seyrelen nüfus dokusunu sıkılaştırmak, hem Müslümanların azınlık olduğu
bölgelerdeki İslam nüfusunu artırmak, hem de muharebe yeteneklerinden istifade
edebilmeye azami dikkat ediliyordu.
Ancak,
sürgünlerin toplu bir şekilde iskan edilmemesi de ulusal varlıklarını devam
ettirmelerinin istenmediğini açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Anadolu içlerinde bazı bölgelere, her
5 yerleşik aileye bir kuzey Kafkasyalı aile denk gelecek şekilde
yerleştirilerek bölgesel yoğunluk oluşturmaları önlendi. Anadolu’da bugün
dahi nüfusu 150 haneyi aşan Kafkas kökenlilere ait bir köy bulmak son
derece zordur.
Sorunlu bölgelerde tampon olma,
bataklıkları ıslah ve tarıma kazandırma, özellikle Marmara ve Balkanlar’da
bozulmuş olan Müslüman nüfus dengesini düzeltme ve ordunun asker ihtiyacını
karşılamada Çerkes sürgünlerden olabildiğince faydalanılmaya çalışılmış, hudut
bölgeleri Suriye, Filistin ve Balkanlarda bugünkü
Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya’ya da yoğun şekilde yerleştirilmişlerdir.
Kemal Karpat, 1878’de İstanbul dahil Osmanlı’nın tüm Avrupa
Eyaletlerindeki Çerkes nüfusun 400 bin olduğunu yazıyor ki bu
ciddi bir rakamdır.
Karpat ayrıca onsekiz kaynakta yer alan verileri dikkate
alarak Müslümanların 18. yüzyılın ilk yarısında toplam Balkan nüfusunun %
35’ini teşkil ederken, yüzyılın ikinci yarısında bunun % 43’e yükseldiğini
söylüyor ve bu artışı Kırım ve Kafkas sürgünlerinin sağladığını belirtiyor.
Rus Çarlığı’nın resmi istatistik verilerine göre 93 harbi öncesi 1876’da
Balkanlar’da 150 binden fazla Çerkes yaşıyordu.
F. Bianconi ve H. Kiepert ise bu rakamı 200 bin
kişi olarak vermektedir.
Peki, Çerkesler niçin Balkanlar’a yerleştirilmişlerdi?
Çerkesler Balkanlar’a Osmanlı Hükümeti tarafından hem Müslüman nüfus
oranını artırmak, hem de Hıristiyan halkların ulusal-kurtuluş hareketleriyle
mücadele etmek amacıyla yerleştirilmişlerdi. Bunlardan 90 bine yakını da
Bulgaristan’da iskan edilmişti. Nitekim Nisan 1876’da Bulgaristan’da çıkan
ayaklanmada ve Osmanlı-Rus Savaşı sırasında düzensiz Çerkes süvarileri, Osmanlı
Ordusu’nun en iyi birliklerinden biri olarak cephenin en sıcak yerlerinde
“beklenenin üstünde performans göstererek” büyük yararlılıklar göstermişlerdir.
***
Şimdi bütün bu bilgilerin ışığında
soralım:
Osmanlı devleti Kafkasyalı
Müslümanlara kapısını, uğradıkları zulümden kurtarmak için mi açtı; yoksa
kötüye giden demografik yapısını düzenlemeyi mi hedefliyordu?
Bu soruya verilen cevap sahip olunan “dini”
veya “siyasi” perspektife göre değişiyor.
Dini perspektife göre, “Osmanlı
Devleti, Hilafeti temsil eden, bütün Müslümanların hamiliği görevini üstlenmiş
bir din devletiydi. Devlet, ayakta kalabilmek için yüz yüze geldiği sorunlara
dini kurallara uygun çözümler (cevaz) bulmak zorundaydı.
Konu
“Devletin bekası” olduğunda ise akan sular dururdu. Çünkü Devletin devamı için
“kardeş katline” dahi fetva verilebilen bir sistemden bahsediyoruz.
Bu
kriterlere sahip bir Osmanlı için “Kafirin kahr ve şiddet elinde bırakıp telefine razı olmayacağı” Müslüman
bir topluluğu, Peygamberin sünneti (hicret) üzerine güven içinde olacakları
topraklara taşımak dini bir görevdi.
Ayrıca, o
topluluğun geldikleri toprakları şenlendirerek mamur edecek olması, hele ki bir
de cengaverlikleriyle din-û devlete hizmet edecek olmaları bu girişimi aliyyül
âlâ kılar.”
Osmanlının tavrına din penceresinden
bakarak yorumlayanlara hakim olan mantık budur.
***
Tabii meseleye bir de siyasetin
penceresinden bakanlar var.
Onların, “Ya ikincil unsur olarak
gözüken ‘toprakları şenlendirerek mamur edecek olmaları’ ve ‘cengaverlikleriyle
din-û devlete hizmet edecek olmaları’ birincil unsur olarak gözetildiyse?”
sorusu akla uygundur.
Özellikle izlenen
iskan politikaları, bu transferdeki siyasi maslahatların da en az dini
maslahatlar kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor.
Ki bunda şaşılacak bir şey de yok.
Şöyle ki,
1839 Tanzimat Fermanı’ndan itibaren
şer’i hukukun terk edilmeye başlandığını, devlet yönetiminin tamamıyla
locaların kontrolüne geçtiğini, padişahların fonksiyonsuz kılınarak konu
mankeni durumuna düşürüldüğünü,… göz önüne aldığımızda, dini saiklerin o kadar
da etkin olmayacağını rahatlıkla görebileceğiz…
Ben bu aşamada, daha önce kaleme
aldığım ve yukarıdaki paragrafımın anlaşılmasını kolaylaştıracağını düşündüğüm
şu çalışmamı da okumanızı öneririm:(Tıklayınız)
Ancak bütün bu araştırmalarımız sonunda
Osmanlı Devleti aleyhine hangi payı çıkartırsak çıkaralım, Rusya’nın işlediği “taammüden
cinayetin” yanında Osmanlı’nın yaptığı “kaptı
kaçtı” mesabesinde kalacaktır.
Çünkü Rusya’nın ellerinde planlanarak
katledilmiş yüz binlerce insanımızın kanı var.
_____________
Kaynakça:
-
Bice, Hayati, Kafkasya'dan Anadolu'ya Göçler, Ankara-1991
-
Saydam, Abdullah, Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Ankara-1997
-
Karpat, Kemal H., Osmanlı Nüfusu 1830-1914, İstanbul-2010
-
Polovinkina, Tamara, Çerkesya Gönül Yaram, Ankara-2007
-
Kafkas Vakfı, Çerkezler, Tiflis-2011
16 HAZİRAN 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder