Kafkasya’nın geleceğini Rusya’yla
beraber olmakta görenler fevkalade yanılıyor. Çünkü Rusya, diğer ülke ve
halklar üzerinde emperyalist hesapları olan bir ülke. Yüzlerce yıldır
kilitlendiği tek hedef var: topraklarını mümkün en geniş sınırlara
ulaştırmak ve bu topraklarda yaşayan halkları Rus dili ve kültürü
potasında eritmek!
Rusya’nın resmi isim ve söylemlerinde yer bulan “federalizm” ve “çok kültürlülük”
kavramları kimseyi aldatmasın; bunlar geçiş döneminin kamuflaj
sözcükleridir. Rusya’nın eline geçecek ilk fırsatta her iki kavramdan da
en hızlı şekilde kurtulmaya çalışacağını iyi biliyoruz. Nitekim, “etnik
cumhuriyetlerin” “coğrafi bölgelere” birleştirilmesiyle ortaya
çıkarılacak yeni yapılanmalarda yerli nüfus oranının ihmal edilebilir bir düzeye düşürülmeye
çalışılması, bu hedefe yönelik planın bir parçasıdır. Rusya, şimdilik
Rus nüfusun yoğun olduğu, dolayısıyla muhalefet oluşmayacak federal
bölgeleri birbirine kaynaştırarak, diğer halkları bölgelerin birbiriyle birleştirilmesi fikrine alıştırmaya
çalışıyor. Nitekim birkaç yıl önce Adıgey’in Krasnodar’la
birleştirilmesi için yapılan "yoklamalar” hep bu projenin parçasıydı.
Niyetlerinin ifşa olması ve oluşan tepkiler sonrası projenin etnik
cumhuriyetlerde uygulanmasını konjonktürün uygun olacağı güne kadar
uykuya yatırdılar.
Rusya, tüm bu çalışmalarla etnik isimleri “haritadan silerek” üniter yapıya geçişin alt yapısını oluşturmaya çalışıyor.
Açık söylemek gerekirse kimi
cüssesinden korkarak, kimi saflığından Rusya’nın tüm uygulamalarını
hayra yoran bazı hemşerilerimiz, “Madem Rusya’nın böyle bir niyeti var, o zaman bugünkü cumhuriyetlerimizi ve verilen hakları nasıl izah edeceğiz?” diye soruyorlar.
Peki, Kremlince tanındığı söylenen bu
“hakların” fonksiyonel olduğunu ve bu “hakların” halkımızın yüz yıl
sonraki geleceğini garanti altına aldığını söyleyebilir miyiz?
Tabii ki hayır.
Çünkü, kağıt üzerinde verilen ve yerel halkı hiçbir şekilde başat konuma getirmeyen bu hakların, “barajın güvenliği için birkaç kapağın açık tutulması”ndan başka bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz.
…
Anavatandaki sisteme yönelik bu
tür eleştirilerimize bazı hemşerilerimiz nedense “çok alınıyor” ve
mevcut durumun meşruiyetini savunmak için, “Bu hakları beğenmiyorsun
ama en büyük Çerkes nüfusun barındığı Türkiye’de bu hakların onda
birine bile sahip değiliz. Diasporada bugüne kadar kendi dilinde yazan
kaç yazar, kaç şair yetiştirdik?” diyerek tepki gösteriyorlar. Ve ardından verilen hakların kemiyet ve keyfiyetini hiç sorgulamadan ekliyorlar: “Orada kendi dilimizde kitaplar, gazeteler basılıyor, okullarda ders olarak okutuluyor, bayrağımız, parlamentomuz var… v.s.”
Öncelikle bu tür bir kıyasın batıl olduğunu belirtmek durumundayız.
Çünkü anavatan anavatandır, diaspora da diasporadır; bir kere statüleri dolayısıyla kabil-i kıyas değildir.
Anavatan ve diasporada ulusal varlığın devamıyla ilgili elde edilebilecek hakların sınırlarının farklı olacağını bilmemek ise majör bir hatadır.
Çünkü;
Biz diasporada devletten “maksimum demokrasi” talep ederken; anavatanda talip olduğumuz doğrudan “devletin kendisidir”.
Diasporada talep ettiklerimiz –her ne kadar siyasetin olgunlaşması ve siyasiler vasıtasıyla gelecekse de- nihayetinde kültüreldir; anavatandaki talebimiz ise devlete ait etkinliklerin tamamına hakim olmaktır, yani siyasidir.
Biz dilimizin ve kültürümüzün ikincil bir unsur olarak kuvözde bir yaşam sürmesini değil; başat bir unsur olarak tüm ülkeye hakim olmasını ve tüm kademelerde bütün canlılığı ile yaşamasını istiyoruz.
Tam bu noktada şöyle bir mukabelede bulunuluyor: “Bu şartlarda, böyle bir talep halkımıza hayır getirmez? Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da oluruz?”
Bu kesinlikle yanlış ve
Kremlin’de imal edilmiş bir düşünce. Halkımıza bu şekilde fikirler
empoze edilerek, hem anavatan, hem diaspora gücümüz bloke edilmektedir.
Halbuki, gücümüzle mütenasip metodlar kullanarak
hakkımızı aramak ve mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Durum ortada,
yapılanları sessizlikle karşılamak sadece Kremlin’in işine yarıyor.
Böylelikle Rusya, projelerini cesaretle ve rahatlıkla realize edeceği
ortam ve zamanı elde ediyor.
Görüyoruz, federal
cumhuriyetlerde yerel lisanların kullanımı sınırlı tutularak
köreltilirken; Rusça’ya sınırsız,mecburi ve yasalarla destekli kullanım
alanları açılarak kökleştirilmektedir. Rus dili ve kültürünün ciddi
baskısı altında olan ve her geçen gün mevzi kaybeden milli dil ve
kültürümüz bu ablukaya daha ne kadar dayanabilir?
Sarsıcı bir şekilde ifade edecek olursak…
İletişim vasıtalarının bu kadar çeşitlendiği ve yayın bombardımanını sürdürdüğü bir zamanda, bir siyasi iradenin öznesi haline gelememiş dil ve kültürlerin yaşama şansı yoktur; hele
ki Rusya gibi emperyalist bir ülkenin nüfuz bölgesinde yaşayan küçük
nüfuslu halkların dil ve kültürlerinin hiç şansı yoktur…
Kısacası, gelecekte de var olmak istiyorsak talep etmek, hem de “sadece yeryüzünü değil, gökyüzünü de” istemek zorundayız.
İşgalciler elbette bu tür
taleplerden rahatsız olup, mevcut baskılarını biraz daha artırıp,
sesimizi kısmaya çalışacaklardır. Ancak onlara başarılı olamayacaklarını
göstermeliyiz. Anavatandakileri sustursalar bile diasporadakileri
susturamayacaklarını, onları ‘rahatsız ederek’ ispat etmeliyiz. Bunları
yaparken kimseden korkmamıza gerek yok, silaha el sürülmediği müddetçe,
bu baskılar halkımıza karşı ciddi bir fiziki saldırıya filan dönüşmez.
Çerkeslerde güzel bir atasözü var: “Söylenmeyen şey duyulmaz”. Kolektif bilincin oluşması ve doğru hedeflere odaklanılması için, gerçekleri açıkça dillendirmek lazım.
İnanıyorum ki, Allah insanlara düşündüğünü icra edebilme kabiliyeti vermiştir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin buyurduğu gibi, “Vermek istemeseydi, hiç isteme duygusu verir miydi?”
31 OCAK 2009
31 OCAK 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder